Çözümsüz bir soru

Yıllar önce bir ortaokul öğrencisiyken, sözlü sınav yapan matematik öğretmenimiz tahtaya kaldırdığı arkadaşımıza bir geometri sorusu sordu; “Bir açıyı iki eşit parçaya cetvel ve pergel yardımıyla nasıl böleriz?” Tahtaya kalkmış olan arkadaşımız soruyu başarıyla çözdü. Öğretmenimiz de durumdan memnundu ve bir soruyu bir kademe zorlaştırarak yeniden sordu; “Peki bir açıyı üçe nasıl böleriz?” Arkadaşımız, doğal olarak bunu cevaplayamadı.

“Ama öğretmenim…” dedi, “öğretmediniz ki…” Bu kez, ‘Uçan Matematikçi’ lakaplı Tayyar hocamız karatahtaya, sınıfın en başarılı öğrencisi olan Akif’i çağırdı ve aynı soruyu Akif’e sordu. Akif de çözemeyince her ikisini birden sıralarına gönderdi. Yorgundu veya canı ders yapmak istemiyor olacaktı ki, “herkes defterini açsın ve bunu çözmeye çalışsın” dedi. Sözlü sınavdan kurtulduğumuz için seviniyorduk.

 

Okul çıkışından sonra eve gittiğimde ev bomboştu; günlerden pazartesiydi ve o gün bizim mahallenin pazarı olurdu. Babam, her pazartesi ders saati bittikten sonra pazara gider eve bir küfeciyle dönerdi. Pazardaki küfecilerin en yaşlısını seçer eve gelince onu, mutfaktaki yemek masasına oturtur evde ne yemek varsa ısıtıp önüne koyar, yedirir içirirdi. Zavallı adamın hayır dualarından ise hiç haz etmez, “tamam… tamam…” diyerek onu susturduktan sonra parasını verir ve yolcu ederdi. Küfeci gider gitmez, matematikçi olan babama, derste uğraşıp geliştirdiğim çözümü gösterdim. Soruyu görünce yüzünü buruşturan babam, biraz garip bakmıştı. Ortada küfeden boşalan sebze ve meyveler duruyordu ve bana; “Sonra bakarız, şimdi şu pazar alışverişini kaldıralım daha sonra da akşam için yemek yapmamız lazım” dedi. Büyük bir küvette potasyum permanganat eriyiği hazırladık bütün sebze ve meyveler bu suya batırılarak sterilize edilecekti. Zira o yıllarda İstanbul sağmalcılarda kolera salgını baş göstermişti. Sağlık bakanı; “Bu bir salgın değil bağırsak enfeksiyonu epidemisidir” diye beyanatlar veriyor, Cumhuriyet tarihinde hiç görülmemiş bir sağlık skandalın üzerini örtmeye çalışıyordu. Sebze ve meyveler yıkanıp da buzdolabı sebzeliğinde yerini bulunca ben mutfaktan odama gittim ve bir açıyı üç eşit parçaya bölmek için kafa patlatmaya başladım. Bir çözüm bulup babama göstermek istediğimde; “Bırak şimdi onu da şuradan iki soğan soy!” gibisinden bana iş buyuruyordu. İşi tamamlayınca başka bir iş veriyordu.

“Ispanakları doğra, dolaptan kıymayı çıkar…” Yemekler tencereye girip de babam evin salonunda her zamanki koltuğuna oturunca elimde çözümlerimle babamın yanına gittim. Bana koltuğun soluna yere oturmamı söyledi. Bir şey anlatacağı zaman yerinden kalkmaz yazdıklarını göreyim diye beni sol tarafına alırdı. Benim çözümlerime baktıktan sonra, hepsinde yanlışlar buldu ve beni geri gönderdi. En az yarım saatte bir onun yanına gidiyor yeni bir çözüm götürüyordum ve her seferinde babam bir yanlış bulup yüzünde bir gülümseme ile beni geri gönderiyordu.

“Giderken Ispanağın altını kısmayı unutma!” diyordu, eğlenerek. Normalde asık suratlı olan babamın böyle neşelenmesi benim de hoşuma gidiyordu. Euclides’den Tales’e, Pitagoras’a kadar bütün geometri bilgimi sonuna kadar zorluyordum ama bir

türlü sonuca ulaşamıyordum, olmuyordu. Aslında soruyu da sevmiştim ve başarmalıydım…

 

Ancak neşeli başlayan bu oyun artık benim için bir hayal kırıklığına doğru gidiyordu. Zihnimde açılar, daire yayları, paralel doğrular uçuşuyor ama hiç biri, bir açıyı 3 eşit parçaya bölemiyordu. Bölse de babam hemen bir yanlış bulup geri gönderiyordu beni. Babama gösterdiğim son başarısız çözümden sonra ağlayacak kadar üzülmüştüm. Gözlerimin dolduğunu gören babam, oturduğu yerden seslenerek, biraz kağıt getirmemi istedi. Yine; “Otur şöyle” deyip beni koltuğun soluna aldı. Cebinden çıkardığı dolma kalemi ile önce bir açı çizdi ve anlatmaya başladı. Sürekli olarak bana sorular soruyor ve verdiğim doğru cevapları, önündeki kağıda eşitlik olarak yazıyordu. Babamın bana gösterdiklerinin neticesinde derste Tayyar hocamızın sorduğu sorunun cevabı yoktu ve bu yöntemle bir açıyı üç eşit parçaya bölmek imkansızdı. Babam benim bunu görmemi sağlamıştı. Demek başarısız olan ben değildim. O bana, bu sorunun çözümsüz olduğunu idrak ettirmiş, üstelik ispatını da öğretmişti. Başımı okşarken onun benim çabamdan hoşnut olduğunu hissediyordum; bana bir sürü antik çağ matematikçisinin adlarını saydı ve bu soruyu hiç birinin çözemediğini, 1700’lerin sonunda ‘Carl Friedrich Gauss’ adlı bir matematikçinin, çözülemeyeceğini ispatladığını da anlattı. Çok mutlu olmuştum. Demek ki; mutlu olmak için soruyu çözmeyi başarmak gerekmiyordu. Sadece çözümün imkansız olduğunu ispatlamak veya idrak etmek de mutluluk verebiliyormuş insana. Eminim; Carl Friedrich Gauss da buna kafa patlatmış, hayal kırıklıkları yaşamış ve sonunda sorunun imkansızlığını ispatlayıp mutlu olmuştur…

Yaşamınızda karşılaştığınız ve çözemediğiniz için mutsuz olduğunuz sorunlara bir de bu gözle bakın. “Acaba çözümü var mı?”

13 kasım 2012

About suhanyuk

Hiçbir partiye, derneğe, locaya, gruba üye olmadan, etnik bir kimliğe bürünme gereği görmeden kendisi olabilen, yaptığı her şeyin hesabını vermesi gerektiğini ve de verebileceğini düşünen, sistemin içinde olmaktansa; elinden geldiğince dışında yaşayan bir insan olmaya çaba gösteren bir kişiyim.
Bu yazı Genel içinde yayınlandı. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Yorum bırakın