EMPRİME ELBİSELİ KADIN

Yıllar öncesiydi, hem de bundan tam yarım yüzyıl öncesi… 5 Yaşında olduğumu öğretmişlerdi bana. Barbaros Bulvarı açılalı henüz belki de 4-5 yıl olmuştu. Bu güne göre yaya yolu daha geniş, araç yolu daha dardı.  Kaldırım ile araç yolu arasında, çim ekili yeşil adalar vardı. bu yeşil adacıkları bir yetişkinin diz boyu yüksekliğinde galvaniz tel ile çevirmişlerdi. Galvaniz teli tutturmak için kazık olarak diktikleri ağaç dallarından bir çınar dalı köklenip sürgün vermiş, yapraklanıp büyümekteydi. Her geçişimde; sürgün vermiş kazığa çakılmış, kafası telin üzerine eğilerek yatırılmış çiviye ve yanından fışkıran, gün geçtikçe daha fazla yapraklanan yaşama çocuk gözlerimle hayretle bakardım.

Bir gün babaannem ve halam evde hummalı bir şekilde radyonun altındaki konsolun çekmecesinde bir takım kağıtlar aramakla meşguldüler. Bir süre sonra aradıklarını bulmuşlar, konsolun üzerine koymuşlardı. Ben evin önüne çıkmış asmanın dibindeki toprakla oynadığım sırada ikisi de giyinmişti. Babaannemin üzerinde; camiye, mevlide, paskalya türü veya diğer yortularda Rum veya Ermeni komşuları ile kiliseye, Musevi komşuları ile havraya,giderken özel olarak giydiği ipekli siyah pardösüsü vardı. Başına da siyah ipekli şifon başörtüsünü bağlamıştı. Halam ise şişman bedenini, içine kırmızı saten bluz giydiği bej bir  tayyöre sıkıştırmıştı. «Hadi gidiyoruz»  diye beni oyunumdan kaldırdılar. Oyunumu bırakmak istemiyordum ama yalnız başıma kalamayacak kadar da küçüktüm. Onların beni beraberlerinde götürme ısrarı benim oyunuma devam etme ısrarıma karşı, çikolata şekerleme vaatlerinin ağırlığı sayesinde üstün geldi. Ellerimi çamurladığım ya da üzerimi tozlandığım gibi şikayetlerim de ancak bahçedeki muslukta ellerimi yeşil renkli sabunla yıkamam bitene kadar sürebilmişti. O zamanlar bana çok dik bir yokuşmuş gibi gelen balık sırtı desenle döşenmiş parke taş kaplı Bostancı Veli yokuşundan inerken düşmemek için önce halamın eline sarılmıştım. Ama kısa boylu olan halam, şişman ayaklarına zorla giydiği topuklu ayakkabılarıyla parke taşlarının üzerinde güçlükle yürüdüğünden “Git babaannenin elini tut, beni de düşüreceksin!” dediğinden olacak, babaannemin eline sıkıca yapışmıştım…

Nihayet yokuştan inmiş, Barbaros Bulvarından aşağı doğru yürüyorduk. Her geçişimde olduğu gibi gözlerim, yeşeren dikenli tel kazığa ve üzerindeki teli tutan paslı çiviye takıldı. “Babaanne! Bu şey ağaç olur mu?” diye sorduğum soruya aldığım cevap da bütün sorularıma verdiği cevaplar gibi “Ne bileyim evladım…” ile başlıyordu. “Ne bileyim evladım; bırakırlarsa ağaç olur…” Merakla ve onun elini çekiştirerek sorduğum; “Peki, neden bırakmazlar?” gibi sorularım cevapsız kalmıştı. -Bu gün neden bırakmadıklarını öğrenmiş bulunuyorum.- Bostancı Veli yokuşunda sıkıca tuttuğum el bu kez benim elimi sıkıca kavramış; bir an önce bir yere yetişmek için beni çocuk adımlarımla yürüyebileceğimden daha hızlı, sürüklercesine çekiyordu. Bir binanın önüne geldiğimizde durduk. Binanın önündeki merdivenleri tırmanırken, yürürken yaşadığımız uyumsuzluğu yaşamadık. Zira babaannem yaşlılara has merdiven çıkma temposuna geçmişti. Benim için de merdiven tırmanmak kolay değildi. Kısacık bacaklarımla ben de babaannem kadar yavaş çıkabiliyordum çünkü… Sabah hummalı bir şekilde aranan kağıtların bu binada yapılacak bir iş ile ilgili olduğunu sezinlemiştim. “Burada ne yapacaksınız babaanne” diye sorduğumda aldığım cevap; “Maaşlarımızı alacağız oğlum, sonra da o para ile sana şeker, çikolata alacağız” oldu. Para benim için o zamanlar mahalleye elinde çanı ve sırtına vurduğu sırığın iki yanına asılı yoğurt tepsileri ile gelen yoğurtçuya giderken cüzdandan çıkarılan; karşılığında yoğurt alınan ama dondurmacı geldiğinde bulunmayan bir şeydi.

Bugün düşündüğümde; “Hadi sen burada uslu uslu otur, biz maaşlarımızı alalım…” dedikleri yerin, Ziraat Bankası olduğunu tahmin ediyorum. Babaannem,  Beyoğlu sulh hukuk hakimi kocasından dul maaşı; evde kalmış  halam da  yetim maaşı alırdı.  Beni üzerine bıraktıkları maroken kaplı kanepede benden başka oturan kimse yoktu. Önce tavandan sarkan kocaman beyaz camdan küresel avizelere göz gezdirdim. Tavandaki konik metal bir rozetten çıkan nikelajlı bir boru ile aşağı sarkıyorlardı. Sonra banka memurlarının arkasında oturduğu bankoyu daha sonra da içinde iki adamın oturup önlerindeki camın üzerine açılmış delikten para veren iki veznedarı izlerken gözüm karşı duvarın önüne sıralanmış kanepelerden birinde oturan bir kadına takıldı.

Gözlerim gerçekten takılmıştı. O güne dek gördüğüm en güzel kadındı. Beyaz zemin üzerine çiçekli emprime kumaştan askılı bir elbise giymişti. Omzuna asılı beyaz bir çantası ile ayağındaki beyaz ve açık ayakkabıları uyum içindeydi. Açık kumral saçları ve çok düzgün yüz hatları ile bana annemden bile güzel, ulaşılmaz bir yaratık gibi gelmişti. Babaannemin durduğu yer onun oturduğu kanepeye daha yakındı. Beni kucaklayarak oturttukları maroken kanepeden usulca sıyrılarak aşağı indim. Gözümü kadından ayırmadan sessizce  babaannemin yanına gittim. Kadına daha da yaklaşmıştım; gözlerimi ondan ayıramıyordum. Babaannemin “çocuğum neden orada oturmuyorsun ayakta yorulup eve giderken zorluk çıkaracaksın” sözlerine aldırmadım bile. Kadın bana boş boş baktığında gözlerimi kaçırıyor o başka bir yöne baktığında hayranlıkla ona bakmaktan kendimi alamıyordum. Acaba anneme sarıldığım gibi ona da sarılsam, o da beni annem gibi öpse aynı sıcaklığı hisseder miyim gibi düşüncelere dalıp ilk kez duyduğum garip hislerimi yoklarken; birden elimi kavrayan babaanemin; “oğlum hadi gidiyoruz; işimiz bitti artık” diye beni çektiğini fark ettim. İster istemez gözüm emprime elbiseli kadına takılı, girdiğimiz kapıya doğru, babaannemin bir adım gerisinde yürüyordum. Rüzgarlıklı kapıdan çıkmamızla emprime elbiseli kadın gözden kayboldu. Dışarı çıktığımızda aklımda ne vaat edilen çikolata ne de şekerleme kalmıştı. Beşiktaş çarşısına ulaştığımızda belki o kadın da arkamızdan gelmiştir diye hayal ederek bir elim babaannemin elinde, arkaya bakarak yürüyordum.

Aradan üç ay geçmiş olacak ki; bir gün halam ve babaannem radyonun altındaki konsoldan kağıtlarını çıkarmışlar üç aylık maaşlarını almaya gideceklerini söylemişlerdi. Sevinçle takıldım peşlerine. Babaannem beni elimden tutmuş yine sürüklüyordu ama bu kez hiç zorluk çıkarmıyor ve onun yetişkin adımlarına var gücümle ayak uydurmaya çalışıyordum. Bankanın kapısından içeri girdiğimizde gözüm hemen o güzel kadının oturduğu kanepeye gitti. Ama orada kasketli yaşlı bir adam oturuyordu. Emprime elbiseli kadın diğer kanepelerde de yoktu. Bankadaki diğer kadınlara göz gezdirdim. Hiç biri o değildi ve hiç biri onun kadar güzel değildi. İlk gittiğimizde babaannemin beni oturttuğu kanepeye gidip tırmanarak oturdum. Tavandan nikelajlı boruyla sarkan küre abajurlara, banka çalışanlarını ayıran lambri bankoya, veznede para alıp veren iki veznedara bakarken babaannem geldi ve “hadi evladım gidiyoruz” dedi. Suskundum… Babaannem; “Çarşı içinden gidip leblebi şekeri alalım mı?” diye sordu; istemedim. Barbaros Bulvarından yukarı doğru yürürken gözüm, yeşeren dikenli tel kazığına takıldı. Yeşeren sürgün kesilmişti. Galvaniz teli tutan yatırılmış çivi oradaydı. Daha sonra her geçişimde baktım ne o kazık yeniden yeşerdi ne de ben emprime elbiseli kadını bir kez daha görebildim…

About suhanyuk

Hiçbir partiye, derneğe, locaya, gruba üye olmadan, etnik bir kimliğe bürünme gereği görmeden kendisi olabilen, yaptığı her şeyin hesabını vermesi gerektiğini ve de verebileceğini düşünen, sistemin içinde olmaktansa; elinden geldiğince dışında yaşayan bir insan olmaya çaba gösteren bir kişiyim.
Bu yazı Genel içinde yayınlandı. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Yorum bırakın